Chef’s Table, dünyanın en iyi restoranlarını ve en mucizevi lezzetlerini tanımanızı sağlarken, bir yandan da sizi Avustralya’nın, Patagonya’nın, İtalya’nın doğal, kültürel ve tarihi güzellikleriyle buluşturuyor. Farklı kültürlerin pişirme tekniklerini, mutfaklarını, doğal bitkisel ve hayvansal malzemelerini öğrenmenize (ve daima şaşırmanıza) vesile oluyor. Fine dining‘in ne demek olduğunu ve ne demek olmadığını, her iş gibi restoranların da yaratıcılık, farklılık, orijinallik ve ticari zeka olmadan yönetilemeyeceğini gösteriyor. En önemlisi, ideallerinin peşinden gitmenin, demoralize eden kötü eleştirilerin sizi yıldırmayıp güçlendirmesi gerektiğini ilham verici hikayeleri örnek vererek kanıtlıyor.
Chef’s Table‘ı etkileyici kılan en önemli yanlarından biri de müzik kullanımı ve orijinal müzikleri. Dizinin Vivaldi’nin dört mevsimini fon edinen açılış jeneriği her bölümün başında tüylerinizi diken diken ediyor ve sizi bir ziyafete hazırlıyor. Klasik müzik, birçok bölümde uygun seçimlerle varlığını sürdürürken, çoğunluğu Silas Hite‘ın imzasını taşıyan orijinal müzikler de bölümün temasına ve şefin/mutfağın karakterine en iyi şekilde eşlik ediyor. Her bölümün en görkemli anı ise sonlara doğru karşımıza çıkıyor; şefin bölüm boyunca arka planını, hazırlık aşamasını izlediğiniz ve hikayesini öğrendiğiniz tüm spesiyalleri sırayla ve görkemli klasik müzik besteleri eşliğinde arzıendam ediyor.